Açık Gazete’de, Kanada’da başlayan ve tüm dünyada büyük destek bularak yükselen “Idle No More” (Artık Durmak Yok) yerli hakları hareketini, bu hareketin taleplerini ve tarihsel sebeplerini, eylemleri yakından izleyen Avi Haligua ile takip ediyoruz.
14 Ocak 2013 tarihli Açık Gazete'den:
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 19.4 Mb.
11 Ocak 2013 tarihli Açık Gazete'den:
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 15 Mb.
Açık Gazete’nin podcast servisine ulaşmak için tıklayın.
***
14 Ocak 2013 tarihli programın metni:
Ömer Madra: Şimdi Avi Haligua’ya bağlanarak Kanada’da ‘idle no more’ diye adlandırılan “artık boş durmak yok” avara kasnak durumu yok ve ciddi bir aktivizm hareketinin direnişin bütün yerli halkları da içine alan, hatta dünyanın dört bir tarafından da destek alan hareketin son büyük gösterisi vardı Cuma günü. Orada bırakmıştık, devam edelim. Merhaba Avi!
Avi Haligua: Selam, merhaba, günaydın. Nasılsınız?
ÖM: Nasıl geçti Cuma günü 'Idle No More' eylemi? Öncelikle onu bir duyalım senin ağzından.
AH: Vancouver’da ‘Idle No More’ gösterileri saat 1 gibi başladı, burada bir yerli okulu var, doğu Vancouver’da, onun önünde toplandı bütün kabileler aslında. Büyük çoğunluk ‘first nation’dı, öncelikle onu söylemek lazım, yerli halklardandı büyük çoğunluğu gelenlerin. Ardından da bir yürüyüş yapıldı şehir merkezine ‘city hall’a, yani belediye binası diyebiliriz aslında. Belediye binasının önüne yürüyüş yapıldı ve ardından da protesto gösterileri gerçekleşti belediye binasının önündeki çimenlikte. 1000 kişi kadar olduğunu söyleyebilirim toplanan kalabalığın. Gayet iyi bir eylemdi, moraller yüksekti, herhangi bir sıkıntı, tartışma, gerginlik olmadı, biber gazı yoktu, söyleyebileceklerim eylemle ilgili aslında üç aşağı beş yukarı bunlar.
ÖM: Bu ‘first nations’ denilen birincil kavimler, uluslar arasında tamamı yani sen son konuşmamızda 100 kadar olduğunu söylemiştin kabilelerin, bunların tamamı arasında bir mutabakat var mı yoksa mesela Steven Harper’la hükümetle görüşme yapanlar da var mı aralarında? Bir de açlık grevini sürdürmekte olan reis Teresa Spens ve bir de ihtiyar heyetinden Raymond Robinson var galiba, onlar görüşmeye gitmediler herhalde?
AH: Yok hayır, onlar görüşmeye gitmediler. Aslında iki şeyi bir arada söylemek lazım sanırım, birincisi çok ağır bir kolonyel tarihinden geliyorlar, çok parça pinçik ve yönetişim ağı diyebileceğimiz gevşek bir ağla birbirine bağlılar. Üstüne üstlük aslında gerçek bir yönetim yok ortada, zaten gerçek yönetim diyebileceğimiz şey Kanada devleti, devamı biraz nezaketen var olan yapılar gibi görünüyor. En azından bende yarattığı ihtiyat bu. Çünkü herhangi bir şeyi değiştirebilmekle ilgili yetkileri, güçleri yok. Bu yüzden de biraz daha politik bir parçalanmadan bahsetmek mümkün. Şeyde bile bunu görmek çok rahatlıkla mümkün, pipeline’larla ilgili bazı kabileler tabii iş yaratacak, bunlar da istihdamdır diye bakıyor, bazıları “asla, hayır” diyor, onların arasında ciddi gerginlikler var. Aslında ‘idle no more’un tarihi olmasının sebebi galiba bu, bütün bu tartışmaları bir miktar geride bırakıp bütün bu tartışmalara rağmen bir arada hareket etmeğe çalışıyorlar. Tek bir tane açıklama yapmağa çalışıyorlar. Bunların hepsi çok yeni şeyler burası için de anlayabildiğim kadarıyla. Öte yandan bunun sonucu olarak da şöyle bir şey var, hareketin ne istediğinin net bir tanımı yok. Hissi olarak bir tanımı var “Yeter artık, bu ne yahu, ayıptır,” gibi bir şeye tekabül ediyor istedikleri şey ama talep anlamında ne talep ettiklerinin net bir tanımı henüz şu anda yok, tam da bu sebeple politik bir bütünlük olmadığı için.
ÖM: Bildiğimiz kadarıyla yalnız bunu tetikleyen ilk galvanize eden şey de bu Kanada hükümetinin hiçbir şekilde bu yerlileri ve burada oturanlara, sakinlerine danışma zahmetine katlanmaksızın bir torba kanun dediğimiz Türkiye’de de başka ülkelerde de örneklerine rastladığımız yani birçok farklı konudaki durumları içeren maddeleri içeren toplu bir madde geçirip aslında suların, göllerin, nehirlerin ve çeşitli toprakların üzerinde maden, petrol çıkartmak ve başka bazı faaliyetler yapmayı kolaylaştıran bir kanunu protesto ediyorlardı C45 dedikleri değil mi, bir de C38...
AH: Evet. Bir de öyle bir toplu yasa ki zaten 72 yasayı aynı anda değiştiren bir toplu yasadan bahsediyoruz. Yani okumaya çalıştım, bir kısmını okuyabildim açıkçası, tamamını okumak benim için mümkün olmadı, ağır bir dille yazılmış zaten. Tamamıyla aslında Türkiye’deki benzer senin de söylediğin gibi bir tecavüz yasası. Çeşitli noktalarda birçok hakkı bir anda kırpan ama bir yandan da işte piyasa mekanizmalarına yeni olanaklar sağlayan harika bir yasa. Bildiğimiz sıkıcı araçlardan biri. Bu kadar önemli olmasının sebebi ise artık bir savunma hattının kurulmuş olması. Bence buradaki temel şeylerden biri bu parçalanmış olan ‘first nations’ toplumları artık yavaş yavaş ayağa kalkmağa ve cevap vermeğe başlamış olmaları bütün dengeleri değiştiriyor gibi görünüyor. İki şey birden oldu bu görüşmelerle birlikte aslında, bir yandan Harper hükümetiyle ilgili söylenebilecek çok şey var ama öte yandan en azından açıklarının ne olduğunu ve bu açıkları nasıl kapatabileceğine dair daha rasyonel bir yol izlediğini söylemek lazım. En azından benim gözlemlediğim şey bu. Hızla iki tane yasa çıkarttılar, bir tanesi bütün bu aslında skandal denilen duruma yol açan temiz su sorunu rezervleri. Yerliler büyük gettolarda yaşıyorlar, aslında getto demek de çok doğru değil çünkü şehirde de değil, işte dağ başında karavan parkı diyebileceğimiz yerlerde yaşıyor büyük nüfus.
ÖM: Bunlara rezervasyon deniyor genel olarak değil mi?
AH: Evet. Rezerve edildikleri yerler. Buralarda yaşadığınız sürece devletin size sağladığı çeşitli olanaklar da var. Bu olanakları alabilmek için buralarda yaşamak zorundasınız. Öyle bir döngünün içine giriyor ki yoksulluk içinde takılıp kalıyorlar, çünkü dışarı çıktığın anda devletin verdiği o aylık yardımı alamıyor, o yardımı alamadığı anda zaten ekonomik olarak yaşayabilmesi mümkün değil. İçeride ise iş gibi bir şey yok. Böyle bir şey, korkunç bir durumun içinde yaşıyorlar, temiz içme suyu dahi yok. Şimdi mesela Harper hükümeti acilen yeni bir bütçe buldu, rezervlerdeki bu temiz sorunu hızla çözmek üzere adım atıldı görüşmenin ardından. Tabii bunların hiçbirisi aslında derde çare değil, bu biraz şunun gibi, Kürt sorununun ekonomik bir sorun olduğunu söylemek ve “fabrika açarsak sorun çözülecektir” demek gibi bir şey. Harper hükümeti de tabii ki böyle bir okumaya gidiyor. “Ha temiz suları yokmuş, temiz su vereceğiz” gibi çözüyor şu anda ama en azından bunların da yapılıyor olması ciddi bir adım diye bakılabilir. Çünkü şimdiye kadar hiç konuşulmayan konu rezervler, uzak durulan, zaten şehirlerin de dışında olduğundan çok görülmeyen yerler. Ciddi bir yabancılaşma bu toplumda da yaşanıyor bunun üzerinden bakalım nereye varacak hep birlikte izleyeceğiz, göreceğiz herhalde.
ÖM: Bir anlamda bana göre çok çarpıcı diyebileceğim bir önemi de tabii 500 yıldan beri yeryüzündeki belki de en çok soykırım denebilecek olaya maruz kalmış olan, yok edilmiş insanların bütün kıtada ilk defa olarak yaklaşık 500 yıllık bir koloniyalizm sonunda bir direnişe başlamış olmaları çarpıcı geliyor bana. Bir de tabii bunun kendi topraklarından geçecek olan ve onları zehirleyecek olan bütün bu maddelerin, yani kanun maddelerinin aslında tarihin en büyük enerji endüstrisi ve dünyanın en sıcak yılının yaşanmasına yol açan, kuzey buzlarının erimesine, okyanusların da son 50 sene içinde %30 daha asitlenmesine yol açan aynı düşmana karşı ayaklanıyor olmaları ilginç bir şey tabii. Bütün nehirler, bütün ırmaklar, dereler ve ülkeler artık şimdi ÇED raporu almadan şey yapılabilecekmiş bu kanunlara göre.
AH: Evet. Başarısı da tam buna zaten, çevre hareketi eğer yerli hareketini yeteri kadar destekleyebilirse ciddi anlamda burada bir değişiklik sağlanabilme ihtimali var. En azından geri adım attırılabilmesi çok mümkün gibi görünüyor ama bu da çok zor çünkü çevre hareketleri daha fazla yerli olmayan Kanadalıların elinde ve iki hareket arasında kültürel ve tarihsel bazı çatışmalar var çok net söylemek gerekirse.
ÖM: Evet.
AH: O yüzden biraz daha sessizler, destekliyorlar ama bu destek henüz daha öyle sokaklara görebildiğim kadarıyla yoğun yansımış falan değil. Beklemek ve görmek lazım ama batıda olanla doğuda olanın çok farklı olduğunu söylemem gerekir. Özellikle dediğim gibi kuzey Amerika’nın doğu yakasında kolonyalizm çok daha erken başlamış, çok daha sert. Burada ise 150-200 yıllık bir geçmişi var ve buraya çok daha az beyaz adam geldiği için çok daha yavaş olmuş bu katliam. O yüzden toplumsal ilişkiler biraz daha gevşek bir gerginlik üzerine kurulu, doğudaysa çok daha keskin ve çok daha net anlatılabilecek bir katliam hikayesi var.
ÖM: Yani Bill McKibben Huffington Post’ta ilginç hoş bir yazı yazmış, çok da iyi anlamama imkan yok bir beyaz adam olarak ama görebildiğim kadarıyla durum böyle böyle dedikten sonra da yalnız, senin biraz önce bahsettiğin konuya bağlamak için söylüyorum bir cümlesini “biz bu yerlilerin de bulunduğu toprakları ve suları paramparça eden aynı fosil yakıt endüstrisi, bizim de türümüzü de sonuna getirmekte. Bu yüzden artık nihayet son 500 yıldır bir kenara attığımız, seslerini pek dinlemediğimiz bu insanları, bu acayip kültürü bu sefer desteklemekten başka çaremiz yok. Bu son şansımız” diye bir yazı yazmış. Ben katılıyorum şahsen bütün bu söylediklerine Bill McKibben’ın. Ne diyorsun?
AH: Katılmamak kesinlikle elde değil. Bill McKibben buralarda gerçekten adı geçen önemli insanlardan da biri, böyle bir yazı yazmış olması da önemli ama işin diğer yansıması da ciddi anlamda ırkçılık da bu protesto gösterileriyle birlikte yükselmiş durumda Kanada’da.
ÖM: Öyle mi?
AH: Tabii bu da başka bir yeni durum. Özellikle sosyal medyada bolca görebilmek mümkün. Ne yaptıklarını bu Kızılderililerin anlayamayan birçok beyaz adam var aslında. Epey de kızgınlar, çok da benzeyen şeyler aslında. İsrail-Filistin sorununda gördüğümüz ötekileştirmenin çok benzer varyasyonları ya da bana öyle hatırlattı. “Devletten bütün paraları onlar alıyor, bütün haklar onlarda, daha ne istiyorlar? Düzgün kullanmıyorlar, evleri leş gibi, güzel televizyonları var,” falan diye devam eden bir ‘aslında mal bunlarda’ durumu burada yaşanıyor şu anda. Çok garip bir şey, yani çok ağır bir yoksulluk olduğu biliniyor, bütün istatistikler bunu gösteriyor ama bir yandan milliyetçi için rasyonel olan bir şey yok zaten. Burada başlamış durumda milli marşlı insanlar falan ama çok daha düşük boyutlarda en azından, yani Avrupa ile karşılaştırmak mümkün değil ama işte Kanada usulü, nazikçe diyebileceğimiz böyle bir milliyetçi dalgadan da bahsetmek mümkün.
ÖM: Ama hakikaten gerçekten tarihi bir dönem yaşadığımız da rahatlıkla söylenebilir.
Can Tonbil: Senin öngörün nedir peki önümüzdeki günlerde ya da aylarda, aynı zamanda haftalarda nasıl bir eylem trafiği bekliyor?
AH: Aslında ne olup ne olmayacağını kestirebilmek çok kolay değil, çünkü olan biten çok yeni. Daha öncekilerle de karşılaştırmak mümkün değil çünkü ilk kez böyle toplu bir hareke yapılıyor. Hareketi bekleyen iki tane büyük önemli kavşak olduğunu düşünüyorum, onları belki de görmek lazım. Birincisi, yerli hareketleri bir arada kalmaya devam etmesi ve tek ses olarak devam etmesinin mümkün olup olmadığını göreceğiz önümüzdeki dönemde. Çünkü bir yandan bir kısım görebildiğim kadarıyla daha nazik açıklamalar yapanlar da var şefleri arasında “iyi kötü işte ciddi bir adım atıldı, Harper’la görüşüldü, vs.” diye. Bir bu var, ikinci önemli kavşak ise ayın 28’inde asıl eylem günü olarak ilan etmiş durumda şu anda yerli halklar, 28 Ocak’ta küresel bir eylem istiyorlar. En azından bunun örgütleneceğini açıkladılar, bu bir şey değildi bir başlangıç, asıl eylem 28 Ocak diyorlar. Çünkü 28 Ocak’ta Harper tekrardan meclise gelecek, gelir gelmez kaldığı yerden de eylemlerin devam etmesi öngörülüyor. Bu kavşakları eğer aşabilir, 28 Ocak’a kadar bir arada kalabilirse eğer hareket, bundan sonra önemli olan herhalde diğer hareketlerin, özellikle çevre hareketinin daha fazla katkısını sağlamak, daha geniş alana yaymak olacak gibi görünüyor. Mümkün ama her zamanki gibi zor bir yol her sosyal harekette olduğu gibi. Göreceğiz hep birlikte.
ÖM: Birlikte takip etmeğe devam edelim, 28 Ocak Pazartesi gününe geliyor, muhakkak ondan önce de temasımızı sürdürürüz zaten ama 28 Ocak devamını da takip etmeliyiz muhakkak.
AH: Memnuniyetle.
ÖM: Çok teşekkürler Avi Haligua.
AH: Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere, iyi günler.
***
11 Ocak 2013 tarihli programın metni:
Ömer Madra: Kanada’ya bağlantı yapacağız ve özellikle de ‘Idle No More’ diye adlandırılan çok önemli bir gelişme, dünya çapında, Kanada’da başladığı halde bütün dünyada önemli yankılar bulan ve destek, dayanışma bulan hareketin 11 Ocak tarihinde yani bugün ama tabii zaman farkında dolayı bizim şimdi bildiremeyeceğimiz, daha sonra takip edeceğimiz bir olay var, onu takip etmek üzere de olayları kapsamlı bir şekilde bu hareketi izlemekte olan bir gazeteciyle bağlantı kuruyoruz. Açık Radyo dinleyicileri, Açık Gazete dinleyicileri için pek yabancı bir ses olmayacağını sanıyoruz: Avi Haligua bildiriyor. Günaydın Avi!
Avi Haligua: İyi akşamlar, günaydın, nasılsınız?
ÖM: Sesini tekrar duymak bize iyi geliyor, dinleyicilere de iyi gelecektir herhalde Avi Haligua.
AH: Vallahi bana da iyi geldi radyoda olmak, teşekkürler. ‘Idle No More’la ilgili bence çok iyi bir giriş yaptın abi. Burada çok ciddi yer yerinden oynuyor diyebiliriz. En azından oynayan bir şey yok görünürde, günlük hayat devam ediyor, ama gün be gün konuşulan bayağı beyaz dünyanın da içinde tartışılmaya başlanılan bir şey haline geldi ‘Idle No More’ ve yerli hakları.
Kanada’da tarihsel olarak biraz daha kapalı bir toplum var yani beyazlar çok fazla bu konuları konuşmuyorlar anladığım kadarıyla böyleymiş, şimdiki tartışmalardan bu çıkıyor benim için de. Ben de taze Kanadalı olduğum için biraz karışık hikâye bana da. Anlayabildiğim kadarıyla aslında “Her şey çok güzel, biz hakları verdik, anlaştık, mutluyuz. İyi günler. İyi günler...” şeklinde konu kapanmış durumda beyaz taraf açısından. Yerli halklar ise konuya biraz daha farklı bakıyorlar, inanılmaz bir yoksulluk ve net bir soykırım var. Sokakta görmek çok mümkün, buranın siyahları aslında yerli halklar Amerika ile karşılaştıracak olursak.
ÖM: Büyük bir adalet ve demokrasi talepleri var haklı olarak. Biz bir süredir takip etmeye çalıştık; ‘First nations’ diye adlandırılan... ‘Birinci kavimler’ diye mi nasıl çevireceğiz Türkçe’ye onu tam da bilmiyorum.
AH: Aslında ‘First nation’ demek bile bir sorun burada o da tartışılıyor burada, çünkü ‘ilk ulus’ ikinci ulus işte koloniler, kolonizasyonun bir parçası olduğundan dolayı tartışılıyor. Bu terim bile aslında çok hassas tartışmaların tıkır tıkır işlediği bir hal var. ‘First nation’ desek olur sanırım şimdilik, nasılsa bulunamadı yerine bir şey.
ÖM: Yani bu aslında Açık Radyo’nun 17 yılı geride bırakan şeyi içinde en çok ilgi duyduğu konuların bir birleşimi de oluyor. Yani hem bu yerli halkların bütün dünyadaki adalet ve demokrasi talepleri açısından, hem çevre ve gezegenin tahribi açısından hem de şahsen beni de birazcık daha ilgilendiren uluslararası hukuk yani antlaşmalar var çünkü egemen olduğu halklar. Bir de o açıdan yani daha çok ilgi duyduğumuz bir konu olamazdı, inşallah umarım önemli bir gelişme kaydedilir dayanışmayla.
AH: Aslında gelişme kaydedildi bile, bu ‘pipeline’larla bu petrol boruları geçiyor işte ta kuzeydeki petrolün Amerika’ya taşınması, Harper hükümetinin planı bu, Harper hükümeti Kanada’daki hükümet işte sağ muhafazakâr, neoliberal bir hükümet. Aslında aynen baştaki koloni oyununu bir daha oynuyor şu anda, bir sürü yasa çıkartıldı, yasaların adları harika, ‘hayata dönüş operasyonu’ da tastamam. Yasa kapsamı ‘B45’ diye geçiyor burada, yasanın asıl adı ‘istihdam ve işgücünü arttırma yasası’ falan gibi bir şey. Tamamıyla özelleştirme, bütün suları özelleştiriyor, her şeyi satıyor, savıyor ve bunlar aslında tamamıyla yerli halklara ait. Sıkıntı da buradan başladı, 2011’den beri devam ediyormuş aslında bu tartışmalar hafif hafif. Şimdi büyümesinin sebebi şu, buradaki diğer hareketler, çevre hareketleri aslında bunun ne kadar önemli bir manivela olabileceğini fark ettiler. Onların katılmasıyla birlikte ortaya bir yerli hareketiyle aktivist hareketin birleşmesi çıktı. İki koldan yürüyor benim görebildiğim kadarıyla, biri yerli halklar kolu, diğeri de bu petrol boruları ve bu somon balığı üzerinden gidiyor. Somon balığı yerli halklar açısından aslında Türkiye’de ekmeğin kutsallığı neyse somon da burada üç aşağı beş yukarı o; öpüp duvara konuluyor burada. Tamamıyla nehirleri de somona bağlıyorlar, o yüzden bir çevre kolu var, bir de yerli halklar kolu var. Yerli halklar kolu gittikçe kuvvetleniyor gibi son dönemde; en son Harper’la görüşmeyi kabul ettiler, daha doğrusu Harper’le görüşmeyi kabul ettirdiler Harper’a.
ÖM: Epey direndi değil mi Harper? Açlık grevinin bugün birinci ayı da dönüyor, Attawapiskatreisi Theresa Spence’in açlık grevi, görüşüyorlar bugün ama.
AH: Bugün görüşüyorlar, ama Theresa Spense orada olmayacak çünkü aslında kraliçenin de buradaki temsilcisi, çünkü Kanada hâlâ İngiltere’ye bağlı, Kraliçe’nin temsilcisinin de bu görüşmede olmasını istiyordu çünkü görüşülecek konu aslında devletler arası bir konu onlar açısından, çünkü ‘first nation’ halk olarak kabul ediliyor, kendi yönetimleri var. Tabii bunun ne kadar olduğu, ne kadar uygulanabildiği büyük bir tartışma konusu ama bu işi devletler düzeyinde görmek istiyorlar. Mesafe alacaklar gibi, şimdilik gayet kuvvetli, moraller yüksek burada, katılım da yüksek olacakmış gibi görünüyor eylemlere.
ÖM: Sen bir radyo için de takip ediyorsun anladığım kadarıyla?
AH: Evet.
ÖM: Bir kooperatif radyosundasın, o konuyu daha sonra etraflıca konuşma fırsatımız olabilir. Dünyada yeniden gelişmekte olan bir kooperatif hareketi, paylaşım hareketinin de bir parçası anlayabildiğim kadarıyla.
AH: Evet, evet, 35 yıldır yayın yapıyor bu radyo, Vancouver’ın en eski ‘community’ radyosu işte. Bayağı kuvvetli, bilinen bir radyo burada da, biz de onlara haber yapıyoruz, o yüzden takip ediyorum ben de haberci olarak hâlâ.
ÖM: Başka bir şey daha sorayım, genel olarak medyada her zaman yıllarca senin de beraber yaptığımız programlarda tartıştığımız bir şey, yani yerleşik medya bu yerli halkların bu yükselen hareketini nasıl görüyor ve gösteriyor?
AH: Çok çarpık bir bakışı olduğunu baştan peşin söylemek lazım, herhalde ilk söylenebilecek olan şey bu ama ikinci söylemek gereken şeyse Türkiye’yi konuştuğum için şu anda, burada bir hürriyet yok, yani “Vaay, ne istiyorlarmış, alamazlar!” tadında bir durum sağ gazeteler dahil yok. Her şey çok efendi oluyor, daha Anglosakson bir kültür. Hem takip etmesi benim açımdan kültürel olarak zor oluyor ama öte yandan yaptıkları şey bu, tabii çok güzel, çok haklı ama şiddet. Sürekli öne çıkartılan şey ‘demiryolu ama basıldı, şöyle oldu, acaba ayaklanırlar mı?’ falan diye aslında işin daha fazla şiddetle ilgili kısmını öne çıkartıyorlar ve geri kısmını Kanada’da vatandaşları korkutmaya çalışıyorlar. Daha çok yaptıkları bu çünkü bunlar için de söyleyebilecek hiçbir şey yok, hükümet resmen özür dilemiş durumda geçmişle ilgili, olan biten çok konuşulmasa da açıkça ortada. Yani başka bir tez yok; “yok soykırım olmamıştır, onlar bizi çağırdı” falan diyen kimse yok burada. O yüzden cevap veren de yok, daha çok “böyle de olmaz ki, böyle yapılmaz, davranış doğru değil” gibi parçalayıp bölerek konuşmayı tercih ediyorlar. First nation’lar dediğimiz de 100 halktan oluşuyor, bir çok dil var, koca bir ülkenin batısından doğusuna yayılan yerli bir sürü halktan bahsediyoruz. Aralarında aslında çok net bir etkileşim yok ama gittikçe bu eylemlerde bu örgütlülük ve tek bir ses ortaya çıkmaya başlıyor.
ÖM: Birleşiyor değil mi o da çok önemli. Kristin Moe diye bir yazar ve aktivist de ilginç bir yazı yazmış Yes dergisinde. http://www.yesmagazine.org/people-power/idle-no-more-indigenous-uprising-sweeps-north-america Şöyle diyor “Hem çevresel adalet meseleleri ve çok önemli hükümetin bütün anlaşmalara aykırı olarak danışmaması (demokrasi açığından bahsediyor) ve üçüncüsü de tabii en belki de önemsenmesi gereken şey doğal kaynakların yerli halkların egemen topraklarından alınıp, katran kumullarına götürülmesi. Fakat yazının son cümlesi dikkatimi çekti, “Toplumumuza bir ayna tutuyor, yani bize anlatılan tarihi hepimize müfredatta da söylenilen, inanmamız istenen tarihi gerçekte nedir? Bizim ülkemiz hangi değerler üzerinde kuruldu ve nasıl bir kimlik çıkartmalı? Biz kimiz gerçekten ve kim olmak istiyoruz?” diye sormuş ki bu da tabii özellikle Türkiye’de yaşayan bizler için başta Ermeni ve Kürt meseleleri olmak üzere kendimize sık sık sormamız gereken bir soruyu onlar da yerliler açısından soruyorlar. Böyle bir paralellik de çekebilir miyiz?
AH: Çok bence kesinlikle çekebiliriz, aslında çok net olarak aslında sıkıntılar da aynı, sıkıntının kaynağı da aynı. Ortada bir devlet, devletin yediği çeşitli halklar diyelim ve bunun sonucunda ortaya çıkmış olan bir sürü tartışma var ve çatışma var. Bundan öte sanırım yerli halklarla burada HES’lerle bağlantı kurmak da fayda olabilir. Bana çok benzer bir şey de oradan geldi. Üç aşağı beş yukarı burada da aynısı oluyor, tek fark şu, buradaki tarihsel sebeplerle yerliler zaten rezervlere tıkılmış durumda, oralarda yaşıyorlar çoğunluğu şehirlerde gördüğünüz insanlar kopuk halde, tekil ve tamamıyla sosyal yapının dışındalar neredeyse. Çok ciddi kötü bir durum. Türkiye’deki hal ise, Ermeniler zaten buhar, Kürtlerle ilgili mahallelerde işte son 5-6 yıldır yaşadığımız çeşitli ‘isteyiz-istemeyiz’ tartışmalarına benzer şeyler burada da oluyor. Aslında çok benzer sorunlar ve benzer çözümler var. Sanırım nereye gidersek gidelim sadece coğrafya değişiyor pek de başka bir şey değişmiyor.
ÖM: Aynen öyle neoliberalizmde. Peki Avi o zaman çok teşekkür ederim. Şimdi asıl büyük olay yani küresel hareketin de bugün bizim saatimizle yakalayamadığımız ama senin takip edeceğin. Pazartesi günü de tekrar takibini yapalım.
AH: Tabii abi memnuniyetle.
ÖM: Bu çok hepimizi ilgilendiriyor. Çok teşekkürler Avi. Bir John Trudell çalarak da bu olayı anacağız şimdi. ‘Idle No More’ hareketine adını veren şiirin de yazarı John Trudell müzisyen biliyorsun aynı zamanda.
AH: Harika, çok selamlar.
ÖM: Çok sevgiler, teşekkürler. Yerli halkların çıkardığı önemli çağdaş müzisyen ve ozanlardan John Trudell ki biraz önce Avi Haligua’yla da konuştuğumuz ‘Idle No More’ “artık boş oturmayacağız, oturamayız” diye çevrilebilecek hareketin adını da onun bir şiirinden almışlardı. John Trudell’den The Torn Flag adlı ünlü bir şiiri ve parçası var, onu dinledik: Yırtık Bayrak.